Hasan Cemal, Milliyet gazetesindeki köşesinde ‘Sevgili Hrant Dink’e Berlin mektubu…’ başlıklı yazısında, “Hrant Dink hayatıyla ödediği korkunç bedelle, benim aklımın da tutsaklık zincirlerini kırdı diyebilirim” sözleriyle Dink’in, kendini nasıl etkilediğini anlattı.
Sevgili Hrant; Berlin kış kıyamet. Soğuk gerçekten dondurucu. Arada bir kar atıştırıyor.
Gri kurşuni bir hava.
Friedrichstrasse tenha…
Berlin’e ne zaman gelsem içimde hüzün, acı karışımı duygular uyanır. Ve her seferinde bir fotoğraf karesi gözümün önüne gelir.
Hüzün ve acı, sanıyorum, bu şehrin yaşamış olduğu derin trajedilerden, travmalardan kaynaklanır.
Ve acıların hem insanları, hem toplumları olgunlaştırıcı tarafı belki de en iyi bu şehirde, Berlin’de hissedilebilir, anlaşılabilir.
O fotoğraf karesine gelince…
Cemal Paşa ailesiyle, biraz da İmparatorluk Almanya’sıyla ilgilidir.
Adlon Oteli’nin önünde, 1917 yılı Eylül ayında, Birinci Dünya Savaşı devam ederken çekilmiş bir fotoğraftır bu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Enver ve Talat’la birlikte üç büyük paşasından biri olan dedem Cemal Paşa, askeri üniforması ve pelerini, etrafında yaverleri ve İmparatorluk Almanya’sının subayları, bir köşede de Alman askeri akademisinde okuyan 17 yaşındaki babam Ahmet…
Sevgili Hrant;
Belki de, babamdan dinlediğim Berlin ve Adlon Oteli hatıralarıyla bu şehir, ne zaman gelsem beni hep geçmişe taşır, tuhaf nostaljik duygular yaratır iç dünyamda.
Bu arada, Osmanlı ve Alman imparatorluklarının paşa ve generallerini bu şehirde, İmparatorluk Almanya’sının başkenti Berlin’de bir araya getiren bu fotoğrafın, 1915: Ermeni Soykırımı açısından da sembolik bir anlamı vardır.
Sevgili Hrant;
Humboldt Üniversitesi Grimm Merkezi’nde seni anıyoruz.
Bu arada ben de, Humboldt Üniversitesi Network Turkey, Heinrich Böll Vakfı ve Türkiye Almanya Kültür Forumu’nun birlikte düzenledikleri bu toplantıda ilk kez sana ithaf ettiğim son kitabım üzerine konuşuyorum.
Moderatörlüğü üstlenen değerli meslektaşım ve belgesel yönetmeni Osman Okkan senden söz ederken, izleyiciler arasında yaşlı bir kadının yanaklarından gözyaşları süzülüyor.
İçime dokunuyor o hali…
Konuk tartışmacı olarak toplantıya katılan ve Türkçeyi çok iyi bilen Prof. Dr. Klaus Kreiser, kitabımdan söz ederken duygusal boyutunu vurguluyor. Türkiye’de geçirdiği yılları anlatırken de, kendisinin de bir ara etkilendiği bizim ‘resmi tarih’e değinmeden geçemiyor.
İçinde Ermeni ve Kürt sözcüklerinin bulunmadığı yakın tarih kitaplarını -isimlerini vermeksizin- örnek gösterirken, o yıllarda kendisine yapılmış olan bazı nazik uyarıları iki cümlede özetliyor:
“Kürt konusuna dokunmayın.”
“Neden Bitlis’i yazıyorsunuz?”
Benim kulağımda da, yine o Hakkarili Kürt aydınının sözü çınlıyor:
“Türkiye’de yıllardır Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, kanıtlamaya çalışırlar.”
Sevgili Hrant;
Tarihle yüzleşmenin, gerçek tarihe dokunmanın Türkiye’de ne kadar netameli bir iş olduğunu herhalde senden daha iyi bilen birini bulmak kolay değildir.
Çünkü hayatınla ödedin bunun bedelini…
Ama bu korkunç bedeli öderken, Türkiye’de akılları rehin alan zincirlerin kırılmasında çok büyük bir rol oynadın.
Ben de konuşmamı bu konuya ayırdım:
Tutsak akıl, özgür akıl…
Berlin şehri, akılların totaliter ideoloji ve rejimler tarafından nasıl tutsak alınabileceğini, ‘totaliter devlet’lerin kendi tek doğrularını insanlara ne korkunç yöntemlerle dayatarak, onları yalanda yaşatabileceğini tarifsiz acılarla yaşamıştır.
Ama aynı Berlin o korkunç geçmişle yüzleşerek, ‘tutsak akılların özgürleşme süreci’ne yaptığı büyük katkılarla da sembolleşmiştir.
Malum, Türkiye’de tarihle uğraşmak bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le boğuşmaktır. Türkiye’de tarihle uğraşmak, siyasal bir mücadeledir.
Tarihe ‘kırmızı çizgiler’in ötesinde dokunmaya başladığın vakit, bugünün sorunları ve bunların nedenleriyle yüz yüze gelirsin.
George Orwell’ın bir sözü vardır, “Özgürlük, insanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir” der. Bu anlayış ‘düşünce polisleri’ni çıldırtır.
Sevgili Hrant;
2005 yılı baharıydı. Avusturya Alpleri’nde, Salzburg yakınlarında bir göl kıyısında 1915’le ilgili bir toplantıya katılmıştık birlikte.
Bana dert yanmıştın:
“Türkiye’deki farklı kültürleri tanıtan bir ders kitabı bile yok. Bırakın bir ders kitabını, bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, ‘Ali topu Ayşe’ye at’ cümlesinin yanında bir de, sözgelimi, ‘Ali topu Agop’a at!’ diye bir cümlecik…”
Ölümün altıncı yılındayız, hâlâ böyle bir cümle yok ders kitaplarımızda. Hâlâ Ermenilerin Anadolu’daki köklerini, izlerini yok sayıyoruz.
Sevgili Hrant;
Büyük bir bedel ödedin. Ama bu ölümcül bedel, Türkiye’de ‘tutsak akılların özgürleşmesi’ni hızlandırdı.
Barış ve demokrasi ne yazık ki hep tarifsiz acıların içinden geçerek, ancak büyük bedeller ödenerek gelebiliyor.
Sevgili Hrant;
Konuşmamı şöyle bitirdim:
“Milliyetçilik’lerin her türü yok olmadan insanlığın barış ve huzur ipini tam olarak yakalaması mümkün olamıyor. Ve dünyada bu gerçeğin en iyi kavranacak yerlerin başında da, öyle sanıyorum ki, Berlin şehri geliyor.
Hrant Dink hayatıyla ödediği korkunç bedelle, benim aklımın da tutsaklık zincirlerini kırdı diyebilirim.
Ölümünün altıncı yılında Sevgili Hrant’ı Berlin’de, Humboldt Üniversitesi’nde bir kez daha hasretle anıyor ve soykırım acısını paylaşıyorum.”
İyi pazarlar!