Comments are off for this post

3T Ermeniler içinneifade ediyor? By Edvin Minassian , Esq. (AGOS)

 

Gecikmiş adalet, adalet
değildir” deyimi çok
eskilere, belki de Magna Carta’ya kadar dayanır. Hukuk-
çular ve siyasiler, bu deyimi
günümüzde yoğun olarak kullanıyorlar. Bu yüzden kimileri yüz yıl gecikmiş adaletin,
adalet olmayacağını iddia edebilirler. Bunun karşısında,
büyükanne ve büyükbabalarının çekmiş oldukları tarifsiz
acıların, işkencelerin ve haksızlıkların yarasını halen içinde taşıyan bir toplumu adaletten men etmek, medeniyetle bağdaşamaz, çünkü medeniyetin ilk şartı adalettir.
Tehcir veya imha diyelim,
katliam veya sürgün diye tanımlayalım; sonuçta bilinen
tarihte başka bir anayurtları olmayan Ermeniler binlerce yıl
yaşamış oldukları topraklarından kopartıldılar. Sadece
1915’te mevcut olan iki milyon insan değil, bir kültür, bir
tarih, bir hazine kaybedildi.
Bunun doğrudan sorumluları olan, 23 Ocak 1913 Babi Ali baskını olarak tarihe ge-
çen askeri darbeyi yapan İttihatçı grup bugün hayatta de-
ğil. Bugün kimden hesap sorulacak? Adalet nasıl sağlanacak? Adalete sadece Ermenilerin değil, İttihatçıların mağ-
duru ettiği tüm ülke halkının
ihtiyacı yok mu?
TCK 76. madde açık
Sürekli gündeme gelen ya
da getirilen soru; ‘3T’ yani tanıma, tazminat ve toprak ne
ölçüde, hangi sınırlar ve şartlar içinde gerçekçi? Adaletin
tecelli etmesi için bunların, bu
sıralamayla yerine gelmesi öngörülüyorsa; zaten sorunun
cevabı, soruluş şeklinden belli. Bu talep, gerçekçilikten
uzak ve öngörülebilir gelecekte imkansız. Birinci T’ye
karşı konulan sıkı direniş,
adaletin önündeki en büyük
engellerden biri. O çok üzerinde durulan terim kullanılsın veya kullanılmasın; ger-
çekler ortada. Anadolu’nun
her yerinde yaşayan tüm Ermenilerin, yaşlı, genç, masum, hasta, hamile, çocuk
olup olmadıklarını dikkate
almadan, binlerce kilometrelik yola çıkartılmaları ve
hemen ardından tüm mal
varlıklarına el koyma kararnameleri ortada. Kuzeydoğu
cephesinde sözümona Ruslarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle tehcir edilen, Kü-
tahya, Adapazarı, Adana gibi
vilayetlerde yaşayan esnaf,
çiftçi, işçi, sanaatkârlara yapılanı şöyle tanımlayamaz mı-
yız: “Bir grubun tamamen
veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda
yaşanmaya zorlanması” veya
“kişilerin bedensel ve ruhsal
bütünlüklerine zarar verilmesi”. Bu tanımlama Türk Ceza
Kanunu’nun 76. maddesinden
alınmıştır. Bu tanım, yakın
geçmişte ceza kanununa alınmış olsa da “bu suçlardan dolayı zaman aşımı işlemez”
maddesini de kapsadığı için
hukuki açıdan yine de geçerli olabilir. Diyelim ki geçerli
değil, yine de evrensel ve do-
ğal tabii hukuk kapsamında
dikkate alınması gerekir.
Toprak deyince…
Adaletin yerine gelmesi
için, tanınmanın sıralamada
ilk yeri alması hiç de gerekli
değil. Modern, medeni bir
hukuk devletinin sorumluluklarından biri de; kerhen de
olsa, mirasçısı olduğu İttihatçıların hesabını adalet
önünde vermek olmalıdır.
Üçüncü ‘T’ olan toprak ile
başlayalım. Bu konu ne kadar
saptırılsa da ‘toprak’ terimindeki maksat Türkiye Cumhuriyeti’nin Misakı Milli sı-
nırları içindeki bir karış toprağı bile başka bir ülkeye vermesi değildir ve olamaz. Ger-
çekçi olan, tapulu mallarını
gayrıresmi bir kararla kaybetmiş, Suriye çöllerine sü-
rülmüş, hayatta kalabilenleri
dünyanın dört bir yanına savrulmuş vatandaşların; ailelerinin veya varislerinin ellerindeki belgeler, tapularla baş-
vurabilecekleri ve haklarını
talep edebilecekleri bir merci
oluşturmaktır. Bu talebin bugün ne kadar gerçekçi olup olmadığı tartışılabilir ama olasılıklar dahilinde olduğunu
söyleyebiliriz. Tazminat haksız gelir elde etmiş özel şahısların ve onların bugün devasa hale gelmiş şirketlerinin
de sorumluluğu olabilir. Bunun yanında yabancı ülkelerin, bilhassa Almanya’nın sorumluluğunu göz ardı etmemek gerekir.
Toprak ve tazminat birbirine bağımlı olabilir. Bunun
için yeter ki gereken samimiyet ve iyi niyet olsun; gereken
hukuki düzenlemeler yapılıp
zaman aşımı gibi suni engeller aşılabilir. İnisiyatifin gelmesi gereken yer belli. Bugün
dünya çapında bir ekonomik
ve siyasal güç olan bir ülke,
belli sınırlar içinde bunu niye yapamasın? Özel mahkeme
heyetleri kurulup, sadece
maddi tazminat değil; eğer arzu ederlerse bu insanların vatanlarıyla yeniden kenetlenmelerine kadar gidebilen kararlar alınabilir. Önceki hü-
kümetlerle mukayese edildi-
ğinde İttihatçı sistemin tasfiyesinde büyük adımlar atmış
bir hükümet görevdeyse de;
konu Ermenilere ve genelde
tüm gayrimüslimelere gelince yine de bir direniş söz konusu. Heybeliada’daki Ruhban okulunun halen açılamaması; Mor Gabriel Manastırı’nın Süryani cemaatine
iade edilememiş olması bunun
ilk akla gelen örnekleri. Ermeni okulları halen ‘Türk
Müdür Başyardımcısı’ bulundurmak zorunda. Türkiye
Cumhuriyeti’ne vatandaşlık
bağı ile bağlı olan herkes
‘Türk’ değil mi kanun önünde? Fakat hiçbir gayrimüslim
Türk Müdür Başyardımcısı
olamaz. Bir başka örnek, Ermenilerin ve Rumların yo-
ğun olduğu Pangaltı Kurtuluş, Feriköy gibi İstanbul semtlerinin sokak ve cadde isimleridir. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra verilen isimler
arasında ‘Ergenekon Caddesi’,
Bozkurt Sokak’, ‘Türkbeyi
Sokak’ gibi cadde ve sokak
isimlerine ‘sembolik şiddet’
de diyebiliriz. Eğer bu aşılması
kolay sorunlar aşılmazsa, daha
yüksek risk almayı gerektiren, fakat sosyal getirisi de
yüksek olan adaletin sağlanması nasıl mümkün olacak?
Sonuçta ölenlerin geri gelmesi, kaybolmuş kültürün
Anadolu’ya yeniden kazandı-
rılması imkansız; fakat bu kapanmaz yaraya bir nebze merhem olacak olan adil çözüm
sadece Türkler ve Ermeniler
arasında riyasız, yalansız, samimiyet ve iyi niyet dolu bir
yaklaşımla sağlanabilir. En
azından bunları yaşamış olan
dede ve ninelerini tanımış
olan insanlar bugün hayatta,
ve gereken şartlar oluşursa
çözümü sağlayacak diyalogu
gerçekleştirmesi en olası olan
nesil diyebiliriz. Bütün yaratılmış nefrete rağmen; bazı ortak gerçek ve değerler var.
Bunların konuşulması ve vurgulanması yasalar ve yönetmeliklerden çok daha önemli ve sorun çözücü olabilir. Yeter ki istensin…

Comments are closed.