No comments yet

ՄԱՀ՝ ՆԱԶԱՐ ՊԻՒՅԻՒՄԻ

 

ՄԱՀ՝ ՆԱԶԱՐ ՊԻՒՅԻՒՄԻ

 

 

(JAMANAK)

Խոր ցաւով վերահասու եղանք, թէ երէկ իր մահկանացուն կնքած է յայտնի հրատարակիչ Նազար Պիւյիւմ։ Բօթը լայն արձագանգ գտած ու խոր ցաւ յառաջացուցած է համայնքային շրջանակներէն ներս։

Նազար Պիւյիւմ հրատարաչական կեանքէ ներս Թուրքիոյ առանցքային դերակատարներէն մին եղած էր՝ իր հիմնած «Ատամ» հրատարակչութիւնով։ Ան Սուրբ Խաչ դպրեվանքի առաջին շրջանաւարտներէն էր եւ իբր այդ մեծ յարգանք ու համակրանք կը վայելէր Սուրբ Խաչ դպրեվանքի ընտանիքին կողմէ։

Նազար Պիւյիւմ հրատարակչական գործունէութեան առընթեր հրապարակագրական գործունէութիւն ալ ծաւալած էր։

Ուրբաթ, Նոյեմբեր 22, 2024

..

 

(T E T  )
Nazar Büyüm Yaşamını Yitirdi… Türkiye Ermeni Toplumu aydınlarından iletişim dünyasının önemli ismi, yazar Nazar Büyüm vefat etti. Uzun zamandır tedavi gören Büyüm’ün cenaze töreni ile ilgili bilgiler ilerleyen saatlerde paylaşılacak.

 

 

 

 

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Gavur olmak kolay değil… (1)

Tweet

25.06.2014

Küçükken küçücükken gavur olduğum için başka çocuklardan dayak yediğim oldu. Zaten gittiğimiz kilisede mahalle arkadaşlarımdan, onların anne babalarından kimse olmuyordu, öteki gavur komşularımız dışında. Bundan da anlıyordum kasabada bir kiliseye gidenler bir de camiye gidenler olduğunu. Ama beni-bizi ‘gavuroğlugavur’ nidalarıyla dövmeye kalkışanların karşısında, gavur olmadıkları halde, beni savunan, saldırganlara benim yerime karşı koyan arkadaşlarım da oldu.

Öyleyse, biraz büyüyünce ve devletin de bana ayırarak, gavur gözüyle baktığını farkedince, hadi benim için döğüşecek demeyim amma, beni savunacak bir ‘devlet’ de aradım doğrusu. Aradım… ve bulamadım.

Zaten nasıl olsun ki? Devlet, oldum olası, kendine düşman bulmak, bulamazsa yaratmak üstüne kurulu. Kenan Evren önüne gelene ‘hain, vatan haini’ dediğinde saydım, aramızda mükerreren ihanet içinde olanlar bulunduğundan, nüfusumuzun hain kısmı daha o zaman 70 milyonu bulmuştu… Bugün de farklı değil durum, Başbakanımızın hain, düşman ilan ettiklerini toplasanız, dış düşmanlar hariç, gene bir 50-60 milyon var…

Babam İkinci Savaş başladıktan sonra tüm öteki gayrımüslim erkekler gibi ihtiyat askerliğine çağrılır. Meşhur 20 Kur’a Nafia askerliği… Geride kalan 7 nüfusun geçimi, 13 yaşındaki abim Hamparsum’a kalır. 40 yaşındaki babamın bu ikinci askerliğidir. Onlara silah verilmez, başlarında silahlı nöbetçiler, yol köprü inşaatı gibi işlerde çalıştırılırlar. (Bu, elbet, yaygın bilinen bir gerçektir.) Sovyet halkları Stalingrad’ı saldırgan Hitler güçlerine teslim etmeyince, devletimizin esir aldığı bu vatandaşların canı kurtulur, evlerine dönerler. (Bu da çok benimsenen bir yorumdur.)

Eve dönüşten hemen sonra Varlık Vergisi salınır.* Ailenin kışlık yiyeceği olan zahireyi ambarda sakladığı gerekçesiyle komşusu tarafından ihbar edilip kışlık yiyeceğimiz de elden gidince o yılı ailem çok zor geçirir. Daha ben yokum. Anadolu’yu kasıp kavuran o insan yangınında annem yetim, babam hem yetim hem öksüz kalmıştır. Böyle üstüste gelen yıkımlar, ustaların ustası da olsa, demircilikle, nalbantlıkla geçinen babamı, ailemizi çok zor durumlarda bırakır.

Diyeceğim, yok-yoksul değiliz ama, kıt kanaat geçinen bir aileyiz.

Ben işte böyle bir ortama doğdum. Okula başladım. Dumlupınar İlkokulu.  Başarılı, ama çok başarılıyım. Yalnız benim okulumda değil, bütün kasabada parmakla gösteriliyorum. İlkokulu bitirdim. Ne yapacağım? Okumak istiyorum. Talas’ta Amerikan koleji var, var ama, aklımdan bile geçmiyor, zengin yeri.** Mevsim yaz, babamla abim köylere gitmişler etmek parası peşinde, bir gittiler mi 2-3 hafta dönmezler; okumak istiyorum, ortaokula kayıt zamanı geçiyor… Abimin bir arkadaşına gittim, “Ahmet Abi, babamla abim köydeler, daha birkaç zaman dönmezler, ortaokula kayıt zamanı geçiyor, velim olur musun?” dedim. “Aman Nazar, sevinerek,” dedi, okula yazıldım.

Biraz zaman geçti, başka arkadaşlarda bir telaş, bir heyecan. Ne oluyor? Kayseri’de devletin parasız yatılı sınavı var, ilkokul mezunlarına; ona yazılıyor, ona hazırlanıyorlar.

Durur muyum, kayıtları ortaokul müdürü yapıyor, müdür benim 4. sınıftaki öğretmenim Nezihe Öğretmen’in kocası, hemen ona gittim.

“Gel bakalım, Nazar oğlum, hayrola?” “Öğretmenim, parasız yatılı sınavı varmış Kayseri’de, siz yazıyormuşsunuz, ben de katılmak istiyorum, onun için geldim.” “Ooo, pek ala pek güzel. Çok iyi düşünmüşsün. Gel şöyle otur, formları birlikte dolduralım.” Böyle dedi, önüme bir form koydu, oturdu, sonra, daha tek kelime etmeden, tek satır doldurmadan, aklına birşey gelmiş olmalı ki kalktı, duvara yapışık kitaplığın altındaki dolaplardan birini açtı, oradan dergi görünümünde birkaç yayın çıkardı, yere diz çöküp onları karıştırmaya başladı. Sesimi çıkartmadan bekliyorum…

Birkaç dakika sonra, elinde o dergilerden biri, müdür bey doğruldu, yüzü asık, biraz solmuş, sıkıntılı, bana doğru geldi. “Nazar, sen bu sınava katılamıyorsun,” dedi. Niçin, neden diye sormadım. Anlaşılan yadırgamadım. Kalktım, odadan çıktım. O yılı Develi Ortaokulu’nda (sonradan lise) 298 numarayla 1C sınıfı öğrencisi olarak okudum.

Ertesi yaz Develi’ye Sahag Vartabed geldi, Tıbrevank’a yazıldım, sonraki beş yıl Tıbrevank’taydım.

Tıbrevank’tan sonra, daha önce de yazdım, üniversite için 11 bölüm ve fakülteye başvurdum. Bunlardan biri de Ankara Siyasal Bilgiler’di.

Sınav için Ankara’ya gittim, çok kolay bir sınavdı, başaracağımdan emin, sınav kağıdını teslim edip çıktım.

Çıktım ama, içime bir kurt düştü. Siyasal Bilgiler Fakültesi… Ben Ermeniyim.

27 Mayıs sonrasında gençliğe, üniversite gençliğine büyük itibar var; gaz, cop, TOMA falan yok. Kalktım, doğru Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğü’ne, Genel Müdürü görmeye gittim. Beni kabul etti, ona derdimi, sorunumu anlattım. Çok öfkelendi: “Ne demek efendim, ne demek! Ermeniyim, gayrımüslimim ne demek? Sen de Türk vatandaşısın, senin hakların herkesle aynı! Elbette gideceksin Siyasal Bilgiler’e, madem seçimin öyle, elbette okuyacaksın orda! Buna kimse engel olamaz! Hepimiz eşitiz,” gibi sözler söyledi.

“Haklısınız efendim, ama uygulamada en azından bir tercih durumu olduğunda…” “Haklısın evladım. Ama bununla mücadele etmeliyiz. Böyle sorunlar ancak mücadele ile çözülür. Pes etmemeliyiz. Hakkımızı aramalı, ona sahip çıkmalıyız…” “Haklısınız efendim, çok teşekkür ederim,” diyerek odanın kapısına yöneldim. “Ama sen gene de mülkiyeyi hariciyeyi değil de maliyeyi seç, ne olur ne olmaz,” dedi Genel Müdür arkamdan.

Sonuçta Siyasal Bilgiler’e de gitmedim. İyi de oldu. Yoksa bu kez Hasan Cemal gibi bişi olacaktım.

*    Bu Varlık Vergisi’ni pek güzel anlatan bir ‘hikaye’ vardır: İzmir esnaf -ve eşrafından- Solomon Efendi Varlık Vergisi ertesi çarşıya girince dükkan komşuları onu ayağa kalkarak selamlarlar. Solomon Efendi: “Artin Ağa, sana ne kadar kodular, kuzum?” “15.000 lira Solomon Efendi.” “Oh, maşala maşala! Moiz, sana ne kadar kodular kuzum?” “21.000 lira Solomon Efendi.” “Oooh, maşala maşala! Yorgo, sana ne kadar kodular kuzum?”17 .000 lira Solomon Efendi.” “Ooooh, maşala maşala! Ali Ağa, sana ne kadar kodular kuzum?” “600 lira Solomon Efendi.” “Ooh maşala maşala. Ne mutlu Türküm diyene!”

**   Yıllar sonra, Şile’de bizim evde bir Cumartesi yemeğindeyiz. Pek çok arkadaşım gelmiş, aralarında Cengiz Çandar’la Oral Çalışlar da var, ikisi de kolejli, akranız. Kayseri’den, Talas’tan söz açıldı, “Ben de isterdim ama, nerde, orası zengin yeriydi,” dedim, Cengiz, “Yok canım, Talas’ta bir gayrımüslim kontenjanı vardı, burslu, parasız,” dedi, ilk kez duyuyordum, hayıflandım önce, sonra, “İyi ki gitmemişim Talas’a, yoksa sizin gibi bişi olurdum,” dedim çıktım işin içinden.

..

 

Gavur olmak kolay değil…(2)

04.07.2014

Üniversitenin ilk yılında Fikret Adanır ve Murat Belge ile tanıştım. Hemen arkadaş olduk. Bu dostluk halen olanca sıcaklığıyla sürer.

Murat’ın başını çektiği bir grup, kızlar oğlanlar, ama daha çok kızlar, İngiliz Filolojisi Bölümü’nün koridorunda bir şeyler yapıyor, anlaşılmaz bir dilde şarkıya yakarıya benzer birşeyler söyleyerek vakur, ağır adımlarla yürüyor, sonra hep birden gülüşüyor, gülerken gene ırlamaya dırlamaya başlıyor, sonra gene kahkahalarla gülüyorlar.

Sonra bir gün Murat, Fikret’le ötekilere, “Yahu, Nazar galiba Ermeni, bu koridorda yaptığımız kilise ayini parodisinden alınıyor olabilir, eyvah!” demiş. Kulağıma geldi,

“Behey kerevizler, alınmıyorum da, anlamadım kilise ayini peşinde olduğunuzu, yaptıklarınızın hepsi yalan-yanlış, gelin size doğrusunu öğreteyim,” dedim, yüce gönüllülükle… Hatta bir ara Murat’la Fikret’i Kumkapı’ya Meryem Ana Kilisesi’ne bir yortu ayinine de götürdüğümü hatırlarım.

Üniversite yıllarından başlayarak çevremde pek çok insanın, bu ülkede yaşamış olsun olmasın, Rumlarla Ermenilerle ilgili hep iyi şeyler düşündüklerini, söylediklerini gördüm. Edindiğim izlenim, bu insanların Ermenilerle Rumları ülkedeki öteki halklardan daha gelişkin, daha uygar, daha ‘Batılı’ buldukları, onları ayrı bir kategori içinde değerlendirdikleri yönünde oldu. Buna yüksek öğrenim görmemiş halkta da rastladım; en iyi oto tamircisi, motorcu, parkeci, kartonpiyerci, mıhlayıcı, tesviyeci, ayakkabıcı, terzi, lakerdacı, meyhaneci, ahçı, gün gelir kendini, kendi zanaatını anlatırken, “Benim ustam Perşembe Pazarı’ndaki Garbis Usta’ydı. Dolapdere’deki Bedros Usta’ydı, Hasanpaşa’daki Mardik Usta gibisi var mı? Ben mıhlayıcılığı Çuhacı Han’da öğrendim. Ben Yorgo’nun meyhanesinde öğrendim bu mezeleri,” filan der.

Anadolu’da da öyle. O topraklarda kalan Ermeni nüfus da daha çok 1960’larda batıya, İstanbul’a, Avrupa’ya çekildi ya, bugün bana akran olanlar Ermeni komşularını çok net hatırlarlar. Daha eskileri de büyüklerinden duymuş öğrenmişler. Sivaslıyla, Kayseriliyle, Tokatlıyla, Diyarbakırlıyla, Malatyalıyla konuşun, bunlar gibi illere,  kasabalara gidin, “Aaah, ah, eski günler başkaydı, Ermeni komşularımızla hayat başkaydı,” gibi, hatta “Ermeniler gitti bereket bitti,” gibi sözler işitirsiniz.

Bu algılama, tabiatıyla, hâlâ bu ülkede yaşayan Rumlara Ermenilere büyük yük yükler… Öylesi bir algıya, imaja layık olma sorumluluğu. Ama göçüp gitmiş ecdada, onların bıraktığı ize-izlenime layık olmak kolay mı, hem geride kalanların anıları bir miktar abartılı olabileceğinden, hem de … ooooo, nerde o eski Ermeniler, Rumlar!

Bir de batısı var Osmanlı Devleti’nin, Ege, Marmara, payitaht ve çevresindeki iller.

Buralardaki Rumlar, Ermeniler 19.yy ortalarından başlayarak Altın Çağ olarak adlandırılan bir dönem yaşamışlar sanatta ve edebiyatta. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde uygulama olanağı bulan pek çok proje, Gomidas’ları, Baba Hamparsum’ları, Osmanlı’daki Ermeni ve Rum mimarları ve o mimarların her gün içinde yaşadığımız, bu toplumun gözbebeği gibi bakması gereken yapıtlarını unutmuş olanlara (bu arada en çok da Ermenilere ve Rumlara) kalıcı bir biçimde, sergilerle kitaplarla hatırlattı. Bir düşünelim, ta 1850’lerden başlayarak zengin bir kültürel hayat, gazeteler, dergiler, tiyatro, fotoğrafçılık, resim, müzik, romanlar, şiir… Hele şiir, gelişkin bir şiir var, her bakımdan, biçim, içerik, anlayış… Örnekse, genç Ermeni şairler Türkçe yazanlardan çok önce keşfetmişler ince ruhlu olmanın, şair olmanın gerek-şartı sayılan ince hastalığı.

 

 

—  follow on Twitter | like on Facebook | forward to a friend

Post a comment